Kelebek Magazin

Hayali bir sohbet: Avedon – Baldwin portresi

Elise Vigier, Kevin Keiss ile beraber bu teksti yazarken hayali bir fikirden yola çıktı. Röportaj ve denemelerden, özellikle de Richard Avedon’un …

Elise Vigier, Kevin Keiss ile beraber bu teksti yazarken hayali bir fikirden yola çıktı. Röportaj ve denemelerden, özellikle de Richard Avedon’un Nicole Wisnick ile Egoiste dergisine yapmış olduğu mülakattan faydalandı. Bu projede, Marcial Di Fonzo Bo ve Jean-Christophe Folly’den oluşan çok esaslı iki oyuncuyu sahneye koydu.

“Ötekinin yüzü sayesinde, kendi yüzümü tanımayı öğreniyorum“

Biri yazar, siyah renkli ve eşcinsel; diğeri fotoğraf sanatçısı, beyaz renkli ve yahudi. 60’lı yılların iki ikonu James Baldwin  (1924-1987) ve Richard Avedon (1923-2004) ; Amerikalı bu iki sanatçı, Amerikan emperyalizmine sert, dokunaklı, buruk bir bakış açısıyla yaklaşıyor: Önce dünyanın ilk demokratik ülkesinin bayrağını masaya yatırıyorlar. Köleliğin, ırkçılığın ve o topraklarda yaşayan yerlilerin katledildiği o ülkeyi…

Elise Vigier dans eden bir diyalog sahneye koyarken, iki oyuncusunu Arjantin’den ve Togo’dan geçirerek, ABD ve Fransa arasındaki bağları örmeye davet ediyor. Aslında onlar, kendilerini var etmek üzere yola çıkıyorlar, kendilerini sorguluyorlar, kendi dünyalarını şenlendiriyorlar.
Ama onlar hala güncel bir sorun olan tahammülün, hoşgörünün var olmadığı bir toplumda kültürlü kişiliklerine rağmen zaman zaman dışlanıyorlar. Sahne üstündeki, biri siyahi biri beyaz, bu farklı etnik kökenli iki insan yaşamın temelini oluştururken, ölümlerinden sonra bile onların hikayesi hala güncel.

James Baldwin ve Richard Avedon’un  “Nothing  Personal” (Kişisel Değil) kitabı, aynı sanat dilini kullanmayan iki arkadaş arasındaki bir diyalog-eser: Biri bu eserin yazarı, diğeri de fotoğraf sanatçısı. James Baldwin (Jean -Christophe Folly) siyahi ırktan, homoseksüel, protestan, dini vaizler veren bir hatibin oğlu ve dokuz kardeşin en büyüğüydü. Richard Avedon ( Marcial Di Fonzo Bo) ise Rusya’ dan göç etmiş Yahudi bir aileden geliyordu; beyaz tenli ve heteroseksüeldi. Her ikisi de Amerikalıydı ve New-York’ta Harlem’de büyümüştü.

James Baldwin, bu ülkenin sancılarını , tarihinde yaşanan soykırımlarını, yerlilerin köleliğini anlatırken ABD’nin dünyada özgürlüklerin ülkesi olmakla nasıl övündüğünü kinayeli bir dille anlatıyor. Richard Avedon, önceleri starların ve top modellerin fotoğrafçısı olmuştu, sonrasında, Amerikalıların vücutlarının fotoğraflarını çekmeye başladı, zira Avedon’a göre vücutlar yalan söylemezler… Onlar sözcüklere gerek duymadan etkili ve dokunaklıdırlar… Onların sırları ve zafiyetleri, fark ettirmeden duyarlı bir şekilde Emperyalist Amerika’nın Büyük Tarihinin küçük tarihi hikayelerini anlatırlar.

Baldwin ve Avedon’un ortak noktaları da var: Her ikisi de son derece zarif, ince, çok hassas ve şefkatli. Ülkelerini çok seviyorlar. Kimlik krizi yaşayan ülkelerinin otopsisini yapan bu ikili, aşırı duygusal ve duyarlı.

Onlar, tanık oldukları bir kuşağın yaşadıklarını, gelecek nesillere aktarmanın sorumluluğunu üstlenmişler. Gelecek kuşakların çocukları nasıl bir dünyada yaşayacaklar? Onlar karanlıklarda kalan soruları araştırırken, nasıl cevaplar bulabilecekler? İkilinin amaçları, gelecek kuşakları aydınlatmak ve farkına varmalarını sağlamak.

60’lı yıllarda Amerika‘ da yaşamış ve zorluklarla mücadele etmiş olan Avedon ve Baldwin gibi günümüz Fransa’sında yaşayan Marcial Di Fonzo Bo  ve  Jean – Christophe
Folly 21. yüzyılda da hemen hemen aynı şekilde kimlik, cinsiyet, aidiyet, etnik kökler, ötekileştirme, sansür problemleriyle karşı karşıyalar. Büyük bir dakiklik ve duyarlılıkla bu sorunların kaynağına yapılan bu yolculukta, aşk, geçmiş, yaşayan hafıza, ölüm, kendini var etme, mücadele, sorumluluk, sanat ve sanatın gerekliliği üstüne kafa patlatılıyor. Baldwin ve Avedon, biz izleyicileri, olaylara farklı bir bakış açısıyla yaklaşmaya, sorunları hoş görüyle analiz etmeye davet ediyor. Bu konular üzerine konuşurlarken , sanatın ne kadar önemli ve kuvvetli  bir rolü olduğunu irdelemekten geri kalmıyorlar.

Elise Vigier, bu oyunda “Yalanı” sorguluyor. Eşitsizlik üzerine kurulmuş bir dünyada yan yana bir arada nasıl yaşanır?  Bu şartlar altında bireyler nasıl sevebilir ve düşünmeye, fikir üretmeye devam edebilir?
Avedon ve Baldwin, lise yıllarında aynı sınıfta idiler. Bronx’ta tanışmışlardı. Avedon o yıllarda Baldwin’in evine girip çıkardı. Hatta kardeşleri ve annelerinin ailece fotoğraflarını çekmişti.

Oyunda, bir ara, Baldwin, bir gün Avedon’un evine gittiğini hatırlar: Kapıyı çaldığında, kapıyı hizmetkar açar ve siyah tenli bir ziyaretçinin geldiğini görünce kapıyı yüzüne kapatır; bu olayı öğrenen Avedon’un annesi, derhal olaya müdahale eder, hizmetkarı işten çıkarır ve Baldwin’i salonda, şık bir yemek sofrasında ağırlar ve bu talihsiz olaydan dolayı özür diler. Anlaşıldığı gibi, ABD o yıllarda siyah ırk için yaşanması zor ve vahşi bir ülke idi.

Avedon ve Baldwin’i yorumlayan iki oyuncu , onlara benzemeye çalışmıyor. Onlar da kendi hikayeleriyle geliyor. Marcial Di Fonzo Bo, askeri diktatörlük yıllarında Buenos-Aires’te büyüyen beyaz bir çocuk. Jean-Christophe Folly ise Paris’in uzak bir banliyösünde yaşayan siyah bir çocuk. Onların da tıpkı Avedon ve Baldwin gibi fotoğraf ve anı arşivleri var. Sahnede iki oyuncu bir anda rollerinden sıyrılıp , kendi hatıralarını anlatmaya başlıyorlar. Oyuncuların rollerini yorumlarken, bir anda kendi kişilik ve kimliklerine dönmesi, oyuna inanılmaz bir ritm ve akıcılık getiriyor.

Oyun çok ilginç bir şekle bürünüyor. Avedon ve Baldwin’in çalışmalarından notlar, malzemeler, tasarımlar sahne üzerine saçılıyor. Müzik çok çarpıcı. Rita Hayworth ve swing yapan Fred Astaire‘in , Humphrey Bogart‘ın, müzikaller ve dansların videoları ile Amerikan yaşamına bir gönderme yapılıyor. Avedon’un çektiği fotoğraflar, insanın zihninden kolay kolay silinmezler. O fotoğraflara bir kere bakmak , onları ara ara zihnimizde canlandırmaya yeter : Payetli bir elbise giymiş, dalgın bakışları ve karışık düşüncelere dalmış bir Marilyn Monroe fotoğrafı; ya da çok yaşlanmış ama hala yaramaz bir çocuk edasıyla Marguerite Duras’nın eteğini yukarı sıyırması; ya da New-Yorker gazetesi yazarı Dorothy Parker’in göz altı torbaları ve kırmızı parlak ruju ile acısıyla mücadele ederken kozmetiğin faydaları ya da tarlada yüzü çamurla kaplı bir işçinin fotoğrafı… Eisenhower ve Malcom X , bir neo-nazi ya da Yahudi şair Allen Ginsberg fotoğrafları… Seyirci bu görsellerden çok etkileniyor.

Yıllar sonra Avedon ve Baldwin 1963 yılında New-York’taki fotoğrafçı stüdyosunda buluştuklarında 40’lı yaşlarındaydılar. Baldwin Fransa’da yaşadıktan sonra ABD’ye geri dönmüştü. Yazdığı kitaplarla artık ünlenmişti. Avedon , o yıllarda insan hakları aktivistlerin ve psikiyatri hastalarının fotoğraflarını çekerek, onu ünlü yapan modadan uzaklaşmıştı. İki arkadaş , ABD’yi kendi gördükleri şekliyle, biri görselleriyle, diğeri yazılarıyla bir kitap tasarlarlar ve 1964’de “Nothing Personal” yayınlanır ve bir baş yapıt olur.
Oyunda bu ikili çocukluklarını, ailelerini, sanatlarını, sevip sevmediklerini anlatıyorlar. Teoriler onların ilgi alanına girmiyor. Buna karşılık namus, gurur ve haksızlığa karşı isyan onların olmazsa olmazı. Ülkelerini seviyorlar ama eleştirmekten geri kalmıyorlar. Onlar tam birer idealist. Bu hayali diyaloğun özünde ise, yıllara dayanan gerçek, samimi bir dostluk yatıyor.

Marcial Di Fonzo Bo ve Jean – Christophe Folly, Avedon – Baldwin portresi için biçilmiş kaftan. Daha iyi bir cast düşünülemezdi .

Sahne , bir fotoğraf stüdyosunu andıran bir çalışma alanı gibi; aynı zamanda bir buluşma mekanı…bu mekanda Avedon- Baldwin buluşması tasarlanmış ama aynı zamanda oyuncular  arasında meydana gelen samimi bağ ve tabii ki seyircilerle oluşan iş birliği de göz ardı edilemez.

Bu sahnede farklı duygular ve fikirler doğuyor. Estetik anlayışı, politik ve insani duruşla bir arada seyrediyor. Projektörler, karakterlere bürünmüş oyunculara ve oyuncuların gerçek kişiliklerine aynı anda vuruyor.

Paris’te Rond-Point Tiyatrosu’nda çok severek izlediğim bu oyun, diyaloglarla gelecek nesillere faydalı mesajlar veren zamanda bir  yolculuk.
“Önemli olan söylenenler değildir. Önemli olan masanın üstünde paylaşılan duygulardır.”

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ